14 Haziran 2009

Teşekkür...



Bazen öğrenmeye ihtiyacın kalmaz demişti sevdiklerimden biri.. Çünkü bildiğinin farkına varırsın hatırlar gibi... Bu durumda bazen bildiklerimizi dışarda ararız. Ne bildiğimizi bilmeden, neye ihtiyacımız olduğunu anlamadan bilmeye aç gibi dışarıdadır bilgi... Belki hayat bizi bilmek konusunda, dışarıya öteliyor kendimizden... Belki yaşadığımız sosyal çevre... Ve gitgide uzaklaşıyoruz böylece kendimizden, iç sesimizden, şaman genlerimizden, aslında bağlantıda olduğumuz benliğimizden...


Bazen bir işaret gelir ya hayatın kendisinden... En çok okuduğum, en çok “bilgi”lendiğimi sandığım bir zamandı, bir arkadaşım bana sevdiği birini anlatıyordu. Ona düşüncesini sorduğunda, elini şakaklarına götürüp "evrene soralım" dermiş ve çok objektif birşey söylermiş karşılığında, kendini katmadan, kitap cümlelerini sokmadan sözcüklerinin arasına... Cevabı çekermiş adeta evrenden... En önemlisi de söylediğini kendine mal etmezmiş. Ermiş olabilir ya da durugörü sahibidir demiştim o ara... Ama öyle olmadığını düşünüyorum. Yoksa niye kalsın bu sohbet böylesine hafızamda...

Derslerde dengeyi öğrettiğimde, en çok ben dengeleniyorum sanki... Ruhaniyetim ve hayata dair durduğum terazi kefesinde... Geçen bir yıl sadece yoga yaparak yaşayabilmiştim. Çok mutluydum. Şimdi hem yogayı, hemde maddi dünyayı dengelemeye çalışıyorum. İş yerinde saat 6.30’a kadar koşturduğum herşey, kapıdan çıktığım zaman anlamını kaybediyor. Derse girdiğimde, o derse en çok benim ihtiyacım olduğunu görüyorum sonra... Tüm öğrenciler, benim için sanki orada... Yüzüme bakarlerken, kendi hocamın yüzüne bakışımı görüyorum. Yeni bir asana, ne mutlu... Hareketi doğru yapınca, doğru yaptığının onayı, ne mutlu... Nefeslerin derinleştiği, farkındalığın arttığı ve yoganın hayatıma nufus edişini hissettiğim anlar, ne mutlu... Ben orada, o noktada hepsinde kendimi görürken küçücük oluyorum karşılarında... Saygıyla eğiliyorum hatırlattıkları karşısında... Hiçbirşey bilmediğimi, herşeyi orada öğrendiğimi gösterdikleri için gözlerinin içine bakarak teşekkür ediyorum gönülden. Bu durumda kim hoca önemli mi ?...

Bilgi, evrenden bize sızıyor zaten... Bilmek için bilmediğimiz, bilmek için çaba sarfetmediğimiz sadece bilgiye kalbimizi açık tuttuğumuz müddetçe... Bazen bir kitap yarım bırakılmış olsa da, devam edebiliyor içimizde... Dünya acı mı çekiyor, isyan mı ediyor, mutsuz mu, arınmak mı istiyor... Peki bugunde yağmur yağar mı dün olduğu gibi bu sıcakta ? İş yerinin terasındayım... İş arkadaşlarımdan biri cevap veriyor. Romatizması var. Kolları çekiliyormuş, “yağacak” diyor. Gülümsüyorum bende... Birkaç saate kalmadan güneş, gök gürültüsüne bırakıyor yerini.. Gökyüzü parçalanıyor, akıtıyor tüm nimetini... İçim hafifliyor. Dünya temizleniyor diyorum, çünkü ben temizleniyorum yağan yağmurla...

Eskiden minik akıl defterime küçük notlar yazardım. O minik cümleler büyürdü, blogumda kök salardı. Şimdi bir toplantıda algım uçuşuyor, minik defterime yazacak bir cümle geçiyor içimden, önümdeki deftere toplantının notunu yazar buluyorum kendimi... Sözcükler kaybolup gidiyor notlarımın arasında...

Söz veriyorum tutamıyorum sonra.. Gitmek, görmek, buluşmak isterken gidemiyorum. Sonra gitmemenin nedeninin olduğunu düşünürken, kalmamın nedenlerinden mutsuz olabiliyorum. Verilen söz uçup gidiyor, sözün içindeki inandırıcılığım da... Tutkuyla istemek mi gerek, böyle olması gerekiyormuş demek mi gerek, söz verdin gerçekleştir mi demek gerek, emin olamıyorum o anda...

Merkür diyorum.. Merkür düzelsin, yörüngesi hizalansın Dünyayla düzelecek.. Ama aslında düzelmemin bir an meselesi olduğunu da biliyorum açıkca... Sadece bakmam ve görmem gerekiyor aslında... Bakmaya doyamıyorum görmemeyi seçtiğim şu ara...

Şimdi biraz durma zamanı benim için... Durduğum noktada tüm gel-gitleri kabul ediyorum. Hiçbirine yakın değilim. Hiçbirini sahiplenmeden izliyorum sadece... Hayatın akmasına izin veriyorum. Hayat akarken, bir süre bloğumla ilgilenmeyeceğim. Onu çok sevdiğimden ilgilenmeyeceğim. Kelimelerimi sadeleştirmeye, arınmaya gidiyorum biraz da... Hayatın bana gösterdiği işaretleri yakalamaya gidiyorum. İçimdeki dengelerimi kurmaya... Teşekkürümü etmediğim göz göze kalışlarımı yaşamaya birazda... En çok ta kendi gönül gözüme bakmaya...

Ağustos sonu ailemizin yeni ferdi, beni teyze sıfatıyla onurlandiracak Defne dünyaya gelmeden dönerim belki... İki yıldır gazete okumayı boykot ederken, bir gün kendimi tüm hikayeyi okur bulduğum o içler acısı cinayet sonuçlanana kadar dönmem belki... Bir fotoğraf çekerim, işte bu dediğim an dönmek isterim belki... An durduğunda, ben o anın içinde kaybolmadığım ve ellerimle tuttuğumda içimden bir sözcük geçer,köklenmek ister, ben dönerim belki...

Hep güzel şeyler yazmak istedim bu bloğa... Yazdıklarımın geri dönüşleri için, hayata öncelikle teşekkür ederim.

Bu molayı haber vermek istedim okuyorsanız eğer... Gözlerinizin içine bakamadan teşekkür ediyorum hepinize... Kelimeler aracılığıyla beraber büyütüp, bende çoğalttıklarınız adına... Zamanla sanaldan daha gerçek olan dostlarıma ya da sessiz izleyici olsanız bile, varlığınıza.

Teşekkürler...
.
.

02 Haziran 2009

Kendime Ninni

İzleyin

Ofiste nasıl bir uyku haline girdiysem, youtube'dan bu ninniyi dinler buldum kendimi. Bu çizgi karenin içinde olup, uyumak istedim. Danalar kovulsun, klarnetçiler uçsun ama ben uyuya kalsam oracıkta..
.
Belki Sürahi hanım anne, ayran ve gözleme de yedirir bana uyanınca ?
.
Uykuya dair.. eski yazılarımdan birini ekliyorum bu postun devamına..



Gözlerim kapanıyor.. İçimde birşey havalıp duruyor.. Herşey mi yavaşladı yoksa sokakta insanlar mı koşuyor ne.. Ben mi kaldım tek başıma dünyada... İnsanların hepsi uyuyorda, bi ben mi ayaktayım.. Bu sokaktan gelen sesler niye sakinleşti böyle ninni gibi... Telefonları unuttu insanlar sanırım.. Araması gerekenler önce uykularını alıp, uyanınca çaldıracaklar zırıl zırıl benim numaramı tam da ben uykuda havalanıp uçarken.. Öğlen öğlen ben mi direniyorum uykuya.. Masamın arkasındaki yeşil koltukla flörtleşiyoruz uzaktan uzağa.. ”gellll biraz kestir huzurlu kollarımda” diyor, sonra ofisime getirdiğim şalım bağırıyor “ üstünü örterim battaniye gibi, sıcacık olursun ”.... Gözlerim ağırlaşıyor.. Uykum mu geldi.

Tavuğun kanatlarını kıvırıp, kafasınıda koltuğunun altına sokup bir süre tutarsanız uyuyakalırmış.. Benimde kollarımı birleştirip masama koyun, uyumamak için direnen kafamıda üstüne koyarsanız hemen uyurum heralde şimdi.. Aynı tavuk gibi işte...

İnsanların hayatlarının %25 ‘i uykuda geçermiş.. Ben şimdiye kadar yaşamımda olması gereken süreyi doldurmamış olabilir miyim? Ne bu öğlen öğlen basan... 10 dakika öğle uykusu bir saat ayakta tutarmış adamı.. Şuracıkta 20 dakika uyusam – beni ayakta tutacak o 1 saatte eve gider, kalan 1 saatte de yatağımın yolunu bulurum evde..

Küçükken hep az uyurdum.. Sabah ilk kalkan hep ben olurdum. O yüzden uzun bir çocukluk geçirdim.. Doya doya yaşadım çocukluğumu, uykumdan çaldıklarımla.. Şimdi büyümeye mi çalışıyorum daha çabuk acaba..

Ahh ah Shiraz ne guzel uyuyordur şimdi evde.. Cam kenarında yatıyorsa birde, değmeyin keyfine.. Patilerini altına çekmiş, hırıl mırıl horluyor bile olabilir.. İskender suya bırakmıştır tüm kütlesini, uyukluyordur eminim..

Yatağımı özledim sanırım.. Sabun ve uyku kokan pijamalarımı... ve İçine girdiğimde bulutların beni sardığını hissettiğim yorganımı...

''uyku öyle güzel birşeydir ki uğrunda butun gün uykusuz kalmak gerekir '' demiş nietzsche....

Uyku gün içinde öğrenilenlerin indekslendiği, tekrarlanan verilerin silindiği, hafızanın yeniden organize edildiği süreç diye geçiyor.. O zaman uyumalıyım ben biraz şuracıkta... Gün içinde öğrendiğim herşeyi indexlemem için... arayanlara da “hafızamı organize ediyordum” derim n’olcak..

Ya Bizim niye evrimimiz hayvanlarınki gibi olmamış ki.. At veya eşek gibi ayakta uyumuyoruz. Yada gözlerimiz açık... Niye hep yeryüzüne yatay pozisyona girmemiz gerekiyor.

Biliyor musunuz Japonya’da da iş yerlerinde öğle uykusu izni varmış. Bu çalışanlara ekstra para veriliyormuş uykuyu özendirsin diye... Ne ekstra kazanırdım ben Japon olsam.. Adamlar çok çalışıyor.. Sanırım ondan... Aslında benim bir ara hayattaki en büyük fantazim, okuduğum bir kitapta yazan uyku testine girmekti.. Sadece uyuyorsunuz, kafanıza ve kalbinize bir çeşit algılayıcı sensör takılıyor.. Uyduğunuz süre boyunca para kazanıyorsunuz.. Ne ulvi bir görev.. Ne işle meşgulsun diyenlere “uyurum” demek hoş olurdu... “Derin ve güzel uyuyan insanlar” aranıyor dense, hiç düşünmem sanırım..

Bir yerde okumuştum. Uyku, Tanrının kullarına verdiği hediyedir diye.. Uyku cennetten bir parçaymış.. Uyku cennetmiş..

“Git yüzünü yıka Burcu”.. çalışmaya devam et en iyisi.. ne uykusu !!..
Cennetini ertele geceye..
Hadi ayılmak için bir kahve yap kendine !!


01 Haziran 2009

apartman BOŞ'luğu


Bir anın içindeydim.
Apartman boşluğunda..
Bekliyordum sadece..
Ne evin içindeydim.
Ne de sokakta..

Oradaydım

Ortada,
Arada...
nefesim yankılanıyordu merdiven helezonunun
yukarıya doğru uzanan boşluğunda...


Sadece bekliyordum. Koşturarak gelmiştim. O gün hocamın dersini ben verecektim. Nanda’yı bekliyordum gelsin diye kapının anahtarıyla...

Dışarıda beklemek yerine içeri girsem keşke dedim. Şans bu ya, kadının biri yürüyüşten geldi açtı kapıyı, teşekkür ederek süzüldüm alt kata... Karanlıktı. Yorgundum da... Kapıya bakan merdivene yığdım eşyalarımı, beklemek için oturdum basamağa...

Ses yoktu ortalıkta... Yan kapıdan evin içinden mutfakta birinin yemek yaptığını hissettim. Aynı anda dışarıdan bir arabanın geçişini dinledim.

Boruları saydım, kapıdan oturduğum merdivene kadar olan merdivenleri saydım. Kapılara baktım... Neye açılıyor, neye kapanıyorlardı acaba ?

İçeride ne yaşınırdı? Kapının arkasındaki orada mı kalırdı, dışarıya taşınmazmıydı? Dışarıya her çıkışta, nereye giderdi ayaklar... ve Dışarıda ne vardı?

Dışarıdan gelmiştim, içeriye girmek istedim ve unuttuğum bir bölgede öylece oturmaya başladım o "an" orada..

Ne evin içiydi orası, ne dışarısı... Kendimin, varlığımın, var saydıklarımın, beni var ettiğimi sandıklarımın dışındaydım. Ben dediğim evin dışındaydım. Dışarısı vardı birde... Hayatın içine açılırdı kapı... İnsanların, sokakların, dönemeçlerin olduğu, yokuşların, çukurların, egoların, hırsların, iş yerlerinin, arkadaşların, aşkların, hatıraların ve yaşamdı orası... Bazen kendimi hayata kapatırdım o kapılardan ve bazen de hayata dönerdim o kapıların eşiklerinden geçerdim... Arada hep aynı apartman boşluğundan geçerdim de, farkına varmamıştım hiç böylesine... Ordaydım... İki kapının arasındaki o tarafsız bölgede...
Kendimden dışarıda, hayatın bir kapı arkasında...

Ben hep kapılardan geçerdim, kendimi evde bırakıp, kalanımı orada saklar, hayata akar, işin kapısından geçer, iş kadınını orada bırakır ve yogaya giderdim. Kapıyı çalardım yogaya başlamadan önce de... İçeri girerken, dışarıda bırakırdım hayatın keşmekeşini ve en önemlisi kendimi... Orasıydı nefesimi hatırladığım, tüm ben’liklerimden sıyrıldığım kapı... Halbuki burada, bu merdiven basamağında bulmuştum. Oturduğumda farkettim tüm gerçeği...

Bugün işe gelirken, Ben dediklerimden çalışkan, ciddi, düzenli olanı toparlayıp, Ben kapısından geçirdim, içeride kalanlarımı kilitledim sakladım akşam geri dönecek bütünleyecektim hepsini nasıl olsa... Hayata çıkmadan önce, yürüyerek inmeye karar verdim asonsör yerine... 7. katta durdum ve oturdum merdivene...

Hangi kapılardan geçiyoruz dedim içimden... İki kapı arasındaki boşlukları unuttuğumuzu hatırladım...

Yakınınızda bir kapı vardır mutlaka...
İşin kapısı... Evin kapısı...
Ve bir apartman boşluğu vardır hayata açılan kapıya gelmeden arada..

Bir kaç dakika bile olsa...
Oturun derim orada...
İçerideki kimliğinizin, içeride kaldığını göreceksiniz..
Henüz dışarıya da adım atmadıysanız...
Kalın orada...

O boşlukta bakın kendinize ve boşluktaki yansımanıza...
kapılara bakın..
Merdivene
basamaklara
boşluğa
Veya içinize...

Ben kapısı ve Hayat kapısının arasında...
Kendinize açılan bir kapı vardır mutlaka orada...
Göz hizasında veya kalbinizin oralarda..
..
.
Kapıyla karşılaşma bir sonraki yazı da..

Görsel buradan alınmıştır.