31 Ekim 2008

Tango, hayat kokar


Latince de Tango, dokunmak anlamına gelen "tangere" fiilinden türetilmiştir.
*
İki gün önce TangoArtı konserindeydim. Çok şanslıydım, çünkü bu konserin en kıyak izleyicisi bendim. Kulis içinde onlar gibi sahne zamanını bekledim, sound check yapılırken etrafı keşfettim, saati geldiğinde sahnenin perde yanında karanlığın içindeki yerimi aldım. Konser ve gösteri harikaydı. Ara sıra zamanı durdurup, sanki yokoldum. Çekim yapmadığım dakikalarda makinemi kucağıma koyup, hissettiklerimi ve içimde uçuşan kelebekleri izledim. Konser ve gösteri bitip alkış sesleri yükseldiğinde, kendime gelemedim. Çünkü ben hala o kelebeklerin peşindeydim.

*
Selen Sürek-Dansçı Makyaj işin süsü değildir.
Yüze çizilen her çizgide, derin bir anlam yatar..
Tango gibi siyahtır çoğu zaman renkler
Gri gölgeler düşer
Bazen, tutkulu bir kırmızıya bulanır.
Ama hep, içinde parıltı vardır.

*
Mine Akkoyun- DansçıKadın iki adım öne çıkar, tutkuyla bakar..
Bir adım arkaya düşer,
suçluluk duygusuyla veya özlemle can çekişir..
Merkezine döner
Olduğu yerde
bir oraya bir buraya sallanır
sonra aniden içindekileri serbest bırakır
dansını kutsar,
yaklaşır ve
bir tür meydan okur..
*
Özgür İnce -Keman
Boynu bükük başlar keman ses vermeye,
ayrılır adımlar, eller uzanır sadece...
Sonra ses yükselir,
umut dolu bir şiir gibi sürüklenir ayaklar sahnenin üstünde..

*
Ayşe Karaoğlu-Dansçı
Gözler konuşur Tangoda...
O yüzden önemsenir, altı çizilir.
Gözlerdeki o teslimiyet,
bakışlara bile sakinlik verir.

*

Selen Sürek-Alper Ergökmen
Hayata benzer Tango..
İçinde zıtlıklar, kavuşmalar, uyum ve tutku vardır.
Sessiz kavgalar edilir.
Savaşlar verilir.
Bir geri, iki ileri..

*
Mine Akkoyun-Umut Karamollaoğlu
Erkek kadını tuzağa düşürmeye çalışır,
kadın da o tuzaktan kurtulmaya ..
Aşk, aynı bu ayak oyunlarına benzer.

Bernard Shown'un Tango için,
" iyi, güzel ama neden ayakta.."
diye sorması ise

boşuna değildir.

*

>

29 Ekim 2008

Yazmaya Devam..


Daha önce,DNS numaralarını değiştirip yasaklı girdiğim siteme "Blogum Sustu" diye bir yazı yazmıştım. Bloglar açılınca, yazıyı kaldırdım. Çünkü sayfalarımda o yazıyı görüp , günün enerjisini taşımamasını istedim. Kendi sayfama girebildiğim, yazabildiğim, paylaşabildiğim ve arkadaşlarımında kısa bir moladan sonra yeni yazılarını görebildiğim için mutluyum... Herşeye inat yazmaya ve yolculuğa kaldığımız yerden Devam...

24 Ekim 2008

Yarın gelir misin ?- Öykü Atölyesi

İçeri girdiğimde, eve daha gelmemişti. Ben işten geç çıkıyorsam, o da her zaman eve geç gelirdi. Kapıda karşılaşırdık çoğunlukla... Evde yoktu... Sabah yaptığımız kavga geldi gözümün önüne... Ona mı öfkeliydim hala, yoksa kendimi hayatın döngüsünde kıstırılmış mı hissediyordum, tahammülüm mü azalmıştı, kestiremiyordum. Daha öncede kavgalar etmiştik. Ama bu sabah yaptığımız kavga tüm günümü gergin geçirmeme neden olmuştu. Eve geldiğinde nasıl davranacaktım ona ? Biraz kırgın görünüp, sessiz mi kalmalıydım. Yoksa, hiçbirşey olmamış gibi mi davranmalıydım. Bilemiyordum.

Yine her akşam olduğu gibi yemeğimizi yiyip, televizyonun karşına geçmek, sonrada hadi yatalım demek şu anki ruh halime uygun değildi. Ağız dolusu kendimi ifade etmek istiyordum sadece. O da aynı benim gibi, sabah ki gerginliğimizin nedenlerini konuşmak ister miydi? Kimin haklı, kimin haksız oluşundan öteye, sadece yaşadığımız gerginliği halletmek istiyordum. İçinde biraz özür dilemekte olacaktı elbette...

Tüm düşüncelerimi bir kenara bırakıp, günün yorgunluğundan arınmak üzere banyoya girdim. Su her zaman içimi de arındırır, sakinleştirir, yumuşatırdı. Güne başlamadan önce, banyo “başlangıç” ritueliydi. Şimdi de, yeni bir kavgaya yada bir ateşkese hazırlamalıydım kendimi. Banyoda günümü düşündüm. Bitmek bilmez işlerin içinde, kendini bilmez çalışanların arasında ve insan psikolojisinin ne olduğunu unutan bir patronla çalışıyordum. İşimi seviyordum. Ama bazı günler, bedenimi yorgun düşerecek kadar çalışıyor, patron görmezden geldiği için, işini doğru yapmayan personelin açıklarına göz yummak zorunda kalıyor ve bu stres altında psikolojimi bir türlü toplayamıyordum. Kariyerimi bu iş yerinde öldürdüğümü düşünüyor, mesailerin belirsizce uzaması yüzünden kendime bir türlü vakit ayıramıyordum. Yıkandım. Gün bitmişti, evimdeydim. Unutmalıydım herşeyi.

Kendime ıhlamur yapıp, televizyonu açtım. O gelene kadar çayımı bitiririm, sonra beraber yemek yeriz diye düşündüm. Ana haber bülteni bittiğinde, çayın dibinde kalan soğumuş kısmı da bitirip, bardağı mutfağa koydum. Saate bakmak istemiyordum. Bir anda içimde bir boşluk hissettim. Yer sanki ayağım altından kaydı “ Gelmeyecek, boşuna kendini oyalama evin içinde” diyen iç sesimi duydum. Sabah O'nu haddinden fazla germiş olabilirmiyim diye düşünmeye başladım. Çok zor bir güne uyanmıştım. Ben koştururken, O'nun bu halimi göre göre rahatlığına sinirlenmiş, beni anlamadığı hakkında uzun uzadıya bağırmıştım. Güne başlama gerginliğim dışında, zaman zaman beni çileden çıkaran kayıtsız duruşlarını ve tüm biriktirdiklerimi de bu sabah ağzımdan çıkarmış, rahatlamıştım sanki. Evime zaman ayıramıyor, kendim için birşey yapamıyor ve biraz da anlaşılmak istiyordum. Bir tıkırtı duydum. O olabilir düşüncesiyle, mutfakta birşey yapıyormuşum gibi davrandım. Fakat gelen yan komşuydu, sesinden anladım. Gelmeyecekti, hissediyordum bunu. Ben bağırdığımda, yüzüme bakıp hiç birşey dememişti. Gidip, kahvaltısını yapmaya yönelmişti. Belki sinirli anlarımda susmanın en iyi çözüm olduğunu bildiğinden susmuştu. Belki o da birşey söylerse, iş çığrından çıkar diye kendini tutmuştu, bilmiyorum. Kapıyı çekip, bir sinirle evden çıktığımda en son arkasını bana dönmüş kahvaltısını ediyordu. Acaba, ne ara bu gece eve gelmemeye karar vermişti?

Koltuğa oturdum. Onunla konuşmak üzere düşüncelerim değişmemişti. Eve gelince sarılalım, birbirimizi öpelim, birbirimizi affedelim demiyordu içim hala. Aksine, şimdi her geçen dakika sinirim daha da artıyor, kontrol edilmez bir hal alıyordu. Neredeydi ? Onu aramak istemiyordum.

Kendimi oyalamak ve aklımın cevap veremeyeceği sorularını susturmak için televizyonu açtım. Ama aklım bir türlü susmuyordu. Oturduğu koltuğa baktım. İçim bir anda, keşke şimdi evde olsaydı, içimdeki seslerin olmadığı güzel bir akşam yaşasaydık diyor, bir yandan saate bakıyor, bir yandan da ne yapacağımı- ne düşüneceğimi bilmiyordum. Açlığım gitmişti. En olmadı, birazdan yatar, uyurdum. Ona, hiçbirşey olmamış gibi günüme devam ettiğimi gösterebilirdim. En iyisi bunu yapmaktı..


Televizyon kanalları arasında dolaştım. Zaman bir türlü geçmiyordu. Her defasında kendimi, gözüm pencerede dışardan onun gelişini bekliyor buluyordum. Tamam dedim. Yatıyorum. Bugün de erken yatarım. Kalbimdeki saatli bomba, kafamın içi dolu çelik kasa, her tıkırtıya sinyal verebilecek bir hırsız alarmıyla beraber, gidip kendimi yatırdım. Baş ucumda duran ve her gece 2 sayfa okuyup, bayılarak uykuya daldığım kitabımı elime aldım. Hem daha fazla sayfayı okuyacak zamanım olur, hemde böyle rahatça uykuya dalarım diye düşündüm. Kitabımın kaldığım sayfasını güzelce okudum. Neredeydi acaba? Yine arkadaşlarıyla beraber bir yerlere mi takılmıştı ? Kitabın ikinci sayfasına geçtiğimde, yanımda yattığı dün geceyi özlediğimi hissettim. Ben henüz kitabın sayfaları çevirirken, O yatakta yerini almış, vucudunun birazını bana dayamış olurdu. Uykuya dalmadan önceki derin nefes alışlarını duyar, sonra uykuya kendini teslim edişiyle kendimi yanında güvende hissederdim. Onu özlediğimi düşündüm. Sonra savdım bu düşünceyi kafamdan. ‘Hayır!! o beni özlüyor olmalı’ dedim içimden. Gelecekti. Benden özür dilemesini beklemiyorum. Onun evden çekip gitmesine neden olacak birşeyde yapmamıştım. Kitabıma döndüm. Bir süre sonra kendimden geçtiğimi hatırlıyorum. Bir tıkırtıyla aniden yataktan kaldırdım kendimi. Apartmanın giriş kapısında, genç öğrencilerin anahtar ararken ki kıkırdamaları kulağıma çalındı. Gelen o değildi.

Evin içini sessizlik doldurmuştu. Yatağın onun olan köşesine baktım. Ağlamaya başladım. Yataktan kalkmaya karar verdim. Ama ne yapacağımı bilemez halde, oturduğum yerde kala kaldım. Her sabah makyajımı yaptığım aynada kendime baktım. Berbat görünüyordum. Yüzümde koca bir soru işareti vardı sanki... Ben aynaya bakarak makyajımı yaparken, o hep yatakta uzanmış beni izler olurdu. Bir yandan rujumu sürerken, bir yandan da ona bakıp ‘yoksa fazla mı olmuş’ diye sorardım. Hep ılımlı, hep sakindi. Gözleriyle konuşurdu. Sevgisini, asla süsleyip püsleyerek göstermezdi. Aşırı değil, olduğu gibi hep doğaldı. İçimin en sert noktaları yumuşadı yine, onu özlediğimi hissettim. Gözlerim önce saate baktı, sonra odanın perdelerine daldı. Baktığımın perde olduğu bir gerçekti. Ama gördüğüm başkaydı.
.


Bu tanıdık kalp ağrılarını son sevgilim yaşatmıştı bana. Çok tutkulu, çok enerjik ama bir o kadarda pervasız biriydi. Her yaptığına bir açıklaması vardı. İlişkimiz 2 yıl sürdü. Ben 2 yıl hep onun doğrularıyla yaşadım. Bazen kendimi yok saydım, bazen bu tutkunun esiri olmuş gözleri kör bir aşıktım. Seviyor, elimde tutamıyor, bir yandan da ilişkideki birliğimizi kaybettiğimi görüyor, tüm bunların ötesinde ayrılamıyordum. Onu başka bir kızla öpüşürken görmesem bu tutsaklığı bitirmem bu kadar kolay olmayacaktı. Aylarca, hasta gibi dolaşmıştım. Aldatılmanın verdiği ızdırapla, 2 yıl boyunca kendimi unuttuğum bir hayata ve bağımlılık yapmış bir tutkudan, yanlızlığa geçmem zor olmuştu.

O'nunla tanışmamızı hatırladım. Kalp yaralarım kabuk tutmaya başladığı ve hayata karışmak adına antreman yaptığım zamanlardan biriydi. Hava çok soğuktu. Yürüyüşe çıkmıştım. Bazen içinizde yananı söndürmek için, soğukta yürüyüş yapmanın iyi geldiği bir ruh halindeydim. Yürüyüşten sonra, bir kahve içmeye karar verip, yolumu değiştirdim. Caddeyi döndüğümde, O'nunla göz göze geldik. Bazı anlar vardır. İçiniz birşey der ya hani ilk kez karşılaştığınız anda. Uzun bir andı sanki. Yüzünü, gözlerini, bakışlarını hafızama kaydetmiştim. Bu anın, içimdeki tanımını arayarak yürümeye devam ettim. Kalbimin hızlı atışlarına engel olamazken, içimi anlama pratiğini uzun süredir kaybetmiş biri olarak paniğe kapıldım. Kafeye girdiğimde, hala onu düşünüyordum. Tanışmıyorduk. Ama neydi bu peki? Kahvemi ısmarladım. İçimi susturdum. Kendimi harabe olarak toparlamaya çalıştığım zor bir dönemin üstesinden geliyordum. Muhtemelen, ben bu göz göze gelişten, gereksiz anlamlar çıkarıyordum. Kahvemi bitirdim, hesabı isteyerek, toparlandım. Çıkış kapısına yöneldim. Bir yandan eldivenimi giyiyor, bir yandan da atkımı boynuma sarıyordum ki, cafenin çıkışında tekrar karşılaştık. Birbirimize bakarken, içimden nehirlerin aktığını hissettim. Dizlerim boşaldı. Yüzünde ve gözlerinin içinde, bana benzer birşeyler buldum. O da üşüyordu. Merhaba dedi. Merhaba dedim bende..

O gece bende kaldı.

Yeni bir ilişkiden çıkmış, parçalarımı toplamaya çalışıyordum. Yatakta yatan O'na baktım. Bu bir aldanış mıydı? Yanlız kalmaktan mı korkuyordum? Neden O'nu gece evime getirmiştim? Bir çok soruyla boğuşuyordum. “Bu gece burada kalır, yarın da gider, bende bunu unuturum” dedim. Sabah O'ndan erken uyandım. Uyuyordu. O'nu izlemeye başladım. O'nda neyi kendime benzettiğimi anlamaya çalıştım. Bana yaklaşmak için oyunlar oynamamıştı. Sakin ve ılımlıydı. İçinde bilge bir yan vardı, duruşuna, oturuşuna ve bakışına yansıyordu. Etkilenmiştim. Aylardır bulmaya çalıştığım merkezimden kopmamaya çalışıyordum, sanki buna saygı göstermişti. İçimi ısıttığını hissediyordum aslında, ama bunu bir türlü kendime itiraf edemiyordum. Uyandığında, bana baktı ve ona bakan ben ile göz göze geldi, sanki gülümsedi. İçimde tanıdık ama unutulmuş bir duygu uyandı tekrar... Gülümsedim.

Perdeler bunları hatırlatırken, salona geçmeye karar verdim. Hala gelmemişti. Salonun ışıklarını açtığımda, salonda uyuyor olabileceğini düşünerek etrafa baktım. Ama yoktu.

Yokluğunu çok derinlerimde hissederek, hiçbirşey yapmayarak –hiçbirşey yapmayacağımı bilerek sadece oturdum. Gece bazen bu saatlerde ikimizde uyumaz, dedikodu yapardık. Onunla sohbet etmekten hep keyif alırdım. Her şeye karşı aynı dinginlikte duruşundan etkilenirdim. Beni aşan bir öngörüsü vardı. Arkadaşlarımın hepsi, biten ilişkim sonrası harabeye dönmüş ruhumun iyileşme belirtilerini gözlemlemişti. Nedeninin O olduğunu öğrenmeleri uzun sürmedi. Daha beraberliğimiz ile ilgili kaygılarım bitmemişti. ”Yarın ne olur bilmiyorum” desemde, büyük bir heyecan ile bir gece bize tanışmaya geldiler. Hepsine, çok hoş davrandı. Hiç birine kendini beğendirmeye uğraşmadan, olgun ve dingin duruşuyla onları adeta büyüledi. Çocukluk arkadaşım Özlem “kızım inanmıyorum sana, nasıl birşey bulmuşsun böyle” dedi. Eski iş yerimden arkadaşım Bengü yine densizliğini göstererek “bende olsam, kaçırmazdım abi” diyerek, beni onure ettiğini sandı. Hayatında insanlarla, hayvanlarla, karşısına çıkan her tür problemle sevgiyle baş eden dünya canlısı arkadaşım Güneş “ Canım, sana iyi geliyor ya.. Düşünme.. Bırak yaşa...” diyerek içimi rahatlattı. Güneş ve O, nedenin ben olmadığım iyi bir iletişim kurdular zamanla... Güneş’i hep sevdi. Bir tek, Bengü’nün evimize maç izlemeye getirdiği yeni sevgilisinden hoşlanmamıştı. Çocuk maç izlerken geriliyor, bağırmak için ayağa kalkıyor, ellerini kollarını nereye koyacağını şaşırıyordu. Yanında oturuyordu. Gerildiğini hissetmiştim. Kalkıp, mutfağa gitmişti. Bana göre, Bengü'nün sevgilisi her erkeğin maç sırasında gerildiği kadar gergindi. Ama Onunla elektrikleri uymadı. Bengü ne zaman bize sevgilisiyle gelse, hep bir bahane bulup yüz yüze olmaktan kaçındı. Birşey diyemedim. Adamı sevmediği belliydi. Bir ara Bengü benim arkadaşım olduğu sürece, sevgilisini de sevmemiz gerektiğini savundum ama, O oralı bile olmadı. Zorlamadım. Sonra sonra, iç görüsüne güvenmem gerektiğini anladım. Bengüyle kahve içtiğimiz bir iş çıkışında, sevgilisi arabasıyla geldi. Yağmur yağıyordu. Yolumuz gereği önce Bengü’yü, sonra beni eve bırakabileceklerini, bu yağmurda otobüs beklememe gönüllerinin razı olamayacağını söylediler, kabul ettim. Bengüyü bıraktık. Eve gelene kadar, benim ne kadar güzel bir kız olduğumdan, Bengü’nün onun evlenilebileceği tarzda bir kız olmadığından, kendisinin bana karşı duygularından uzun uzadıya bahsetti. Kendimi arabadan inip, nasıl eve attığımı bilmiyorum. O'nu evde koltukta otururken gördüğümde, sadece içimden varlığı için teşekkür ettim. Sonra, kocaman sarıldım ona. Konuyla ilgili kimseye birşey söylemedim. Zaten, bir kaç hafta sonra Bengüyle sevgilisi de yollarını ayırdı.

Hala gelmemişti. Yoldan geçen kimse yoktu. Tüm evlerin ışıkları sönmüştü. Ben bi başıma oturuyordum. Güneş’i arasam, biraz dertleşirmiyiz dedim içimden. O beni iyi tanırdı. İçimi sakinleştirebilirdi. İstanbul’a taşındığından beri Güneş ile sadece telefonlaşabilir olmuştuk. En son doğum günümde bana kargo ile yolladığı muzik cdsini koydum. Aklıma, bu cd ile beraber yolladığı minik paket geldi. Benim doğum günümü kutlarken, O'nu da unutmamış, minicik bir hediye ile yeni başlayan dostluklarını da önemsediğini göstermişti adeta... İnce ruhlu bir kızdı Güneş... O'na yolladığı pakete iliştirdiği not, gülümsetmişti beni... “ Umarım beğenirsin. Arkadaşlığımızın değerli olduğunu gösteren minik bir kolye aldım sana... Sevgimle takarsın dilerim.. Arkadaşım sana emanet, birbirinize iyi bakın “ diye de not düşmüştü. Güneş’i aramak istiyordum. “ Beni emanet ettin ama, şimdi ne yapacağım” demek istiyordum. Saate baktım, Güneş bu saatte sevgilisiyle koyun koyuna uyuyordur. Rahatsız ederim diye, vazgeçtim.

Çok mu bağırmıştım sana?.. Çok mu biriktirmiştim?... Herşeyin acısını senden mi çıkarmıştım bu sabah?.. Niye hala yoktun.. Umarım başına bir şey gelmemiştir. Umarım kazaya, kavgaya karışmamışsındır dedim. İçime endişe kaplamıştı. Yine geç geldiğin bir gece, arkadaşlarınla yemek yerken birden ortada kavga çıktığını ve arada kaldığını söylemiştin. Gözünün üstünde, bir kızarıklık vardı. Senin için endişelip, elimi uzattığımda canının acısına dayanmaya çalıştığın için elletmemiştin yarana. Kızmıştın gereksiz endişeliyor oluşuma belki de. O gece yatağa yattığımızda kıvranarak uyandırdın beni. Ne olduğunu anlamadan devamlı kusuyordun. Kavgada midene tekme yemiş olabileceğini, üzülürüm diye bunu bana söylemediğini düşünmüştüm. Ne yapacağımı bilemez halde, seni taksiye bindirdiğim gibi doktora götürmüştüm. Elim ayağım birbirine dolanmış halde, iyi olup olmadığını merak ederek sabahladık o gece... Yorgundun. Midende ki herşeyi çıkarmış, kolunda serumla baygın yatıyordun. Yanında, elini tutuyordum. Sana olan aşkımı o gün daha iyi anladım. Her zaman güçlü olmanı dilemiştim dualarımda. Doktor Ateş, odaya girdiğinde, kan testi sonuçları elindeydi. ”Yediği yada içtiği şeyden dolayı zehirlenmiş, merak etmeyin, bir gün daha gözetimimizde kalsın” diyerek odadan çıktı. Sevinmiştim. O bir gün, sensiz çok çekilmezdi. İş yerinden koşarak yanına geldim. Son kontrollerin bitmesini beklerken, yalvarır gözlerle “beni eve götür, evimizi özledim, bunaldım burada” demiştin. Eve geldiğimizde, tüm gün uyudun. Şimdi nerdesin, evini özlemedin mi ? Endişelenmeye başlamıştım. İyi olduğunu düşünmekten başka çarem yoktu.. İyi şeyler düşünmeliydim.

Yorulmuştum. Halbuki kavga edecektik. Ben ağız dolusu kızacaktım... “Söz, kızmayacağım..” dedim içimden..." Özledim seni.. "

Karanlıktı, yorgun vücudum dayanamadı. Koltukta uyuya kalmışım. Sabah aydınlığı gözüme girdiğinde, sırt ağrısıyla uyandım. Salonda yoktu. Gelmemişti. Camı açtım, temiz havayı ciğerlerime çektim, biraz dışarıyı seyrettim, herkes uyuyor olmalıydı. O napıyordu acaba?

Banyoya girdim.. Gün yine başlamıştı. Bir saat sonra işe gidecektim. İşe gitmek, bir anda önemsizleşti gözümde... Ilık su, beni ayılttı.. Gün biraz daha aydınlandığında, bugün geleceğine dair umudumu tekrar yeşerttim içimde... Odamdan çıkıp, kahve yapmak üzere mutfağa geçerken, salonda koltukta oturduğunu gördüm. Ben banyodayken gelmiş olmalıydı. Heyecanlandım. İçim mutlulukla doldu. Tüm geceyi, tüm kaygılarımı, sırtımın ağrısını unuttum. Gelmişti. Bana baktı. Sessizce yanına gittim. Oturdum. Ona sarılmak, özlediğimi söylemek istiyordum ama yapamıyordum. İçim sadece mutlulukla doluydu. Bir süre sessizce oturduk. Sonra elimi uzattım. “Özür dilerim, sana o kadar bağırmamalıydım. Hepsi benim suçum. Kendimi sana nasıl affettireceğimi bilmiyorum. Ama seni çok seviyorum”..dedim. Bunu söylediğimde, yüzüne bakıyordum. Tepkileri hiç değişmedi. Yüzünü bana çevirmedi. Durdu sadece.. Durduk... Hem mutluydum, hem çok suçlu hissediyordum kendimi... Affetsin beni istiyordum.. Gözlerim dolmaya başlamıştı. Bana baktı, ağlayacağımı anladı belki de... Yanıma geldi. Kafasını, kafama dayadı. Patisini elimin üzerine koydu. Gözlerimin içine baktı, gülümsedi sanki.. Sessizce, sarıldık... Barışmıştık...
.
.
Bu yazı Öykü Atolyesi için yazılmıştır. (kelime oyunu /Med Cezir)
Fotograflar: deviantart
>

20 Ekim 2008

Çok döndük, şimdi de DANS edelim..

Tanıştırayım, Matt... Birazdan dansını izleyeceğiniz komik adam... 2003 yılında işinden ayrılıp, tüm birikimi bitene kadar, Asya’da gezmeye başlamış. Sonra, gezisi süresince ailesi ve arkadaşları ile iletişim sağlamak için sizin gibi- benim gibi bir site kurmuş. Beraber yolculuk yaptığı arkadaşının “Hey, neden orada durup dans etmiyorsun. Ben de seni kaydederim.” demesiyle çekilen videoları da sitesine eklemeye başlamış. Daha sonra bu videolar, mail yoluyla elden ele gezmeye başlamış. Matt böylece internet üzerinden meşhur biri olmuş. Çok komik dansettiğini biliyormuş, ama insanlar onu böyle sevdiğini söyleyen bir dolu mailler atmış Matt'e. Parasız-pulsuz hayat devam etmiş bir süre daha. Tabi ki, hikayesi burada kalmamış. Bir sakız firması Matt’i izleyip, ona tüm dünyada dolaşıp yeni bir video çekmesini teklif edince, ikinci kez yollara düşmüş. Üstelik bu sefer üstüne para bile almış. Geziyor, dansediyor ve para kazanıyor.. 14 ayda, 42 ülke gez, danset, ne zor bir iş değil mi? Türkiye'de de iki çekim yapmış. Biri 2006 yılında Efes'te, diğeri biraz sonraki video da izleyeceğiniz gibi İstanbul'un göbeğinde - arkasında da kalpaklı karadeniz ekibimiz :)

Ben, Kuveyt'te Matt ile danseden köpeğe güldüm. Paris'te, koşarak kareye girmeye çalışan adamın düşmesine. Madrid'te kalabalığın yarattığı çoşkuya bayıldım. Avusturalya'da, en sağda danseden mavili şişman adamın, kendinden geçerek yaptığı dansa. Kore'de silahsızlandırılmış bölgede Matt dansederken, arkada armut gibi duran donuk görevliye. Sonra tavşan gibi giyinmiş, kikirdiyen Japon kızlarına. Hoplayan Papua Yeni Gine yerlilerinin sevimliliğine. Almanya'da kavuniçi ayakkabılı abinin, ayak hareketlerine gülümsedim. Sonra Nevada'da uzay simülasyonunda uçar-danseder halini kıskandım.. Ama en çok Hintli kadınları ve Matt'in ilk kez dansını bozup, onlarla hint figürü yaptığı karede dağıldığımı itiraf ediyorum..

Videoda göreceksiniz, Matt nerelere gitmemiş ki... Her karede sizinde içiniz gidecek mi bakalım benim gibi. Dans edenlere ve Matt'in komik haline gülümseyecek misiniz? Gömüldüğünüz şeyleri bir kenara bırakıp, içinizdeki mutluluğu keşfedecek misiniz tekrar? Dans etmek isteyecek mi bünyeniz sizinde? Yoksa, bazı Türklerin yorum kattığı gibi; 'böyle her yeri gezmiş, şansı varmışta, tecavüze uğramamış' mı diyeceksiniz için için kıskanarak Matt'i:)

Boşverin soruları ve cevapları, şimdi sadece dansedelim... Tesadüflere ve hayatın güzel olduğuna inancımızı kaybetmeden dansedelim bizde.. İsterseniz, muziğe uymayalım, sadece sallanalım veya Afrika yerlileri gibi hop hop zıplayalım.. Kimbilir, çok yakında bizde keşfedilebiliriz, belli mi olur..
İster dönün, ister dansedin.. Sonuçta her şekilde hareket gerek..
İyi seyirler....



Videonun full download olması için önce play'e basıp, bir süre pause ederek download işleminin bitmesini bekleyin derim.. İzledikten sonra da, yorumlarda sizinde duygularınızı öğrenmek isterim..

16 Ekim 2008

Döne Döne, Elmayı ye !


Sağlıklı yemek yemek, seçmekle başlar yiyeceğiniz şeyleri...Bir hamburgere asla hayır diyemem. Ama hamburger yerine artık bir çorba içiyorum, doyuyorum. Bende çikolataya bayılırım. En kriz anlarımda koca bir kare çikolatayı, gözlerimi devirerek yiyip, pişmanlık duyarım elimde kalmış boş paket kağıdına hüzünle bakarak.. Ara sıra yapıyorum bunu yine.. Çok yapmadığım için, ödül niyetine keyif alıyorum almasına ama, tatlı yerine bir elma yemek beni dindiriyor artık "krizlerimde "..
.

Yemeği seçmek gibi, artık hayatı da seçerek yaşamayı öğreniyorum.. Bu ayrıştırmayı hiç bilmezken, şimdi niyeyse bünyem kabul etmiyor fazlasını.. Gazete okumaya son verdim, beş aydır bihaberim herşeyden.. Gözüme gözüme sokulan tüm güç oyunlarını, pompalanmış magazin haberlerini, kandırılmışlığımızı okumayı red ederek başladım işe.. Televizyon izlemeyi bir yıl önce bıraktım. Biz, akşam yemeği saatinde, şehitlerin ölüm haberini izleyemiyoruz.. Hastanede ihmal sonucu ölen yeni doğan çocuk haberlerini izlerken, evet bu “gerçek” diyorum ama izlerken elimden birşey gelmiyor ki, yapabileyim.. Kalbimiz bunlara dayanmıyor.. Bize dayatılan ve izlettirilen herşeye karşı, nasıl mutlu, sağlıklı ve tüm bunların üstünden başarılı bir hayat sürmemizi istediklerini anlamıyoruz.. Gündeme bomba gibi düşen haberleri, gündemden çıkınca duyuyorum. Son zamanlarda arkadaşlarımın arasında, ekonomik kriz konuşuluyor. Ben dinliyorum. Herkesin inandığı, bildiği ve ilerisi için ürettiği bir görüntü var. Ben dinliyorum. İnanmadığımdan değil anlatılanlara bakışım, karşımdakinin bunca inanmışlığından ürküyorum.. Bilmediğimi öğrenmek adına da dinlemiyorum.. Bilmek, bana neyin faydasını sağladı diye düşünüyorum. Benden çok uzak birşeymiş gibi dinler görüyorum kendimi..

Gördüğünüz gibi tam uzaylıyım.. Çok ta sıkıcı olduğumu düşünüyor olabilirler. Çünkü, "biliyor musun ? duydun mu?" diye başlayan cümlelere “duymadım” “bilmiyorum” diyorum sıklıkla. Karşı taraf, kaptırıp anlatamıyor böylece duymam gerekeni.. Kolaysa sar baştan anlat Burcu’ya şimdi herşeyi... Ekonomik krizi, nedenlerini, varsayımları, olacakları, tavsiyeleri, olası senaryoları, kim ne demişleri... Diyemiyorsun ki, inançlarını kaybetme- dünyadaki enerji dengeleniyor. Bir yerde açlar varken, diğer tarafta obezler niye var.. Güç nedir? Güç gerekli midir? Oyunlara inananlar kendini oyunun içinde bulur.. Denge için teraziler hep bir sallanır..

Zenginlik içinde değilim (henüz !).. Hatta ekonomik krizin, daha vuku bulmadığı zamanlarda krizlerin vurduğu biriyim.. (Krizler, kendilerini büyütür ve yenileri doğururlar.. ) Çözüm, neden ve eylem planı çalışmalarımı 1 yıldır yuvarlak döngülerde gidip-gelerek / çıkıp- inerek/ yükselip- düşerek/ kazandığımı sanıp-kaybederek öğrenenlerdenim... Hala da aynı yolun öğrencisiyim.. Yaralarımı, umut bağladıklarımla değil, inançlarımla sardım.. Artık gözlerim açık düşerken, biliyorum ineceğim zemini ve aslında nasıl kendi yarattığım bir halüsünasyon olduğunu yerin.. Gidipte, gelemediğim noktaların hep içimdeki gelipte, gidemediklerim olduğunu da öğrendim.. Onlar benim asıl korkularımdı.. Korktuğumdan gidemedim, geldiğim yer ise hep aynı yerdi.. Çıktım ve indim sonra.. Merdivenleri çıktım bir umut, çıktım dediğim basamakta umutsuzluğumla kendimi aşağıya tekmeledim.. Bir de kazançlarım, kaybettiklerim var tabi... Kazanç ihtiva ettiği anlam nedeniyle sadece kazançmış, kaybetmeyi öğrenmek aslında hayat sermayesi. Döngüm çok uzun sürdü benim.. Bu süreçleri bir- bir, döne-döne yaşadım.. Çaresizlikle döndüm.. Çareyi buldum mu diye döndüm.. Bu sıra da kendimi ve olduğum hali kaybederek döndüm.. Bu dönüşleri, içimden kusarak döndüm. Tek istediğim aslında, köşebaşından dönmekti.. Köşeyi dönüp, sağlam adımlarla –düz ilerlemekti.. O köşe hiç gelmedi.. Ben döndüm..

Sonra, dönüşün içinde artık direncimi kaybettim.. Ben ne yapsam dönüyordum. Bıraktım.. Gerçekten bıraktım. Bu satıra, bırakmaktan keyif almaya başladığımı yazacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz.. Uzun süre keyiften çok, teslimiyeti yaşadım.. En zor ve uzun dönüşlerim bu dönemde oldu sanırım.. Soyguncuların olay yerini terkettiğini ve artık beynine dayanmış bir silahın olmadığını, çok sonra farkeden bir rehinenin ruh halindeydim. Gözlerimi açtım.. Önce birini –sonra diğerini.. Dönüyordum hala... Önümden geçenlere baktığımı hatırlıyorum.. Merdivenler, çıkan ben- inen ben, Düşen ben- düşüren ben, Kusan – kustuğuna kusan ben... Dönüyordum.. Sonra sonra, dönenin ben değil – benim çevremde yarattığım şey olduğunu anladım.. Durduğum yer sabitleşti belki de.. Çevremde yarattığım; düşünce kalıplarım, başkalarının düşünce kalıpları, dış dünyanın enjekte ettiği inançlarım, inançsızlığım, toplum tapuları, korkularım, korkutulduklarımdı. Dönmeye karşı dirençlerimdi bana hız veren... Duruldu bir anda..Durdum..

Güneşe bakıyorum... Dönüyor.. Bende onunla dönüyorum.. O ne tarafa döndürürse yüzünü, bende onunla dönüyorum.. İnançlarımı aldım elime, çapaklarını temizliyorum şimdi.. Hayallerimin arasına giren, korkulu düş kırıklıklarını seviyorum.. Düşüpte kanattığım yaralarımın, kabuklarını sökmüyorum artık.. Ben artık, kendi etrafımda dönüyorum.. Gezegeniyim güneşin...Hayatın akışında, kendi çevremde dönüyorum..
.
Duydun mu ? Ne olmuş? Ekonomik kriz, işsizlik, parasızlık, bir dönem sonra takas yaparak yaşarız artık!!, ah bu çocukları nasıl bir dünya bekliyor diyenlere bakıyorum işte uzaylı gibi.. Kustum ben, yeter çok döndüm diyemiyorum... Ben bu dönme dolaba bindim, buna binmek için sırada sizinle beklemeyeceğim diyemiyorum.. Uzay ve Güneş sisteminde yerimi alıyorum hemen... Önce derin bir nefes alıyorum.. Ayaklarımı yere basıyorum sonra sağlamca.. Ve başlıyorum içimden kendime şunları söylemeye....



Dönmelisin... Kendi inançlarınla, umutlarınla, hayallerinle dönmelisin..
Haydi, kendi etrafında dön...
Güneşle ve hayatın getirdikleriyle dön..
Sakın durma
Durursan

Yine kusarsın..

Boomp3.com


tv / Ben-Güneş ve Belimdeki hulahop fotoğrafı : deviantart


12 Ekim 2008

Siz NeReYe? /Öykü Atölyesi


Bu yazı Öykü Atölyesi'nin fotoğrafın dili adlı çalışması için yazılmıştır..

Fotoğraf Özlem Özel Gürbüz




Celayir bey –Çırak Hayrettin

Günlerden Cumaydı.. Celayir bey, Cuma namazını kılıp, zeytin bağına uğramış, bağın serin havasında günlerini rahat geçiren karısının ellerinden soğuk yayık ayranını içip, dükkana geri dönmüştü.. Dükkan yine boştu. Çırak Hayrettin, köyün meşhur zeytin ürünlerinin satıldığı bu dükkanda çalışmak için, zamanında Celayir beye çok dil dökmüştü.Yalpak ama dilbaz bir delikanlıydı Hayrettin.. İstanbul – Çanakkale yolu üzerinde yer alan Koruköyünün en işlek caddesinde yeralan dükkan, onun dilbazlığı sayesinde çok müşteri çekmiş ve satışlar sayesinde artmıştı. Celayir bey, onun kadar müşterilerle şakalaşmaz, sohbet etmezdi.. Hayrettin’in bu rahatlığına kızsa da, işe yaradığını düşünür, idare ederdi.. Fakat, bu oğlanın iş disiplininden hep şikayetçiydi Celayir bey.. Hesapları üstünden ikişer kez kontrol etmesi gerekir, yaptığı temizliği baştan savma bulurdu. En önemlisi de, kendisi namaza yada bağa gittiğinde, Hayrettin arabaların durmayıp -müşterilerin dükkana uğramamalarını neden bilip, yandaki kahvehanede soluğu alırdı.. Dükkanı en rahat açıdan görebileceği yere oturur, bir yandan gelen geçene laf atar, bir yandan da göz ucuyla dükkanın kapısını kontrol ederdi. Celayir abisi, köşeden görünürse kendisini kahvehanede yakalamaması için aportta beklerken, telaşlıca sigarasından fırt çekip- çayını yudumlar, ya elindeki kağıtları dizer olur veya oynadığı tavlanın zarlarına yumulurdu.. Celayir beyin köşeden döndüğünü görür görmez, masadan hışımla kalkıp- elini fermuarına götürerek koşar adım dükkanın önüne varır “Abi bende bekledim bekledim seni, sonra dayanamayıp kahvehanenin tuvaletine gittim.. Gözüm yollarda kaldı.. Yenge nasıl, iyi mi” diye lafı toparlar, patronunun elindeki torbaları almaya çalışırdı.....


Celayir bey, kendisi yokken Hayrettin’in kahvehanede pişpirik oynadığını bilirdi. Her pazartesi çayçı çocuk, haftalık çay paralarını almak için yol boyunca dükkan dükkan dolaşır, kendi dükkanına geldiğinde çocuğun eline fazladan bir lira bahşiş tutuşturarak, Hayrettin'in kaçamaklarını öğrenirdi... Bu duruma, çok sinirlenir ama ses etmemeye çalışırdı... Artık yaşlıydı.. Köy yerinde, Hayrettin gibi genç bir yardımcı bulması zor olurdu.. Yine de bu çocuğu nasıl yola getireceğini düşünüp dururdu...

Koru Kahvehanesi ve sahibi Hasan Usta

“Celayir Zeytin” dükkanının yanındaki Koru kahvehanesi, köylülerin ortak buluşma noktasıydı.. Üzerinden asma yaprakları sarkan bu gölgeli alanda oturanlar, çaylarını yudumlarken yoldan geçenleri görür, birbirlerini selamlar, hatır sorarlardı..

Kahvehane sahibi, Hasan Ustaydı. Aslında inşaat işçisi olan Hasan Usta, İstanbul’un taşı toprağa altın diyerek köyünden ayrılmış, fakat kahvehaneyi işleten babasının ani vefatıyla köyüne geri dönüp, önce ablalarını evlendirmiş, sonra da ilerleyen yıllarda kendisi de evlenip, şehirde okuyan iki çocuğunu da bu kahvehane sayesinde okutabilmişti.. Ama bu yük yaşlandıkça, ona daha ağır gelir olmuştu. Kahvehaneyi işletmek zorunda kalmayıp - İstanbulda yaşam sürseydi, Unkapanında keşfedilip İbrahim Tatlıses’ten daha ünlü bir türkücü olacağına inanır, içinde hep bunun derin ezikliğini yaşardı..

Kahvehanenin hemen arkasında Koçların maliyetini üstlenerek yaptırdığı 4 sınıflı ilkokulun zil sesleri duyulur, çocukların bahçedeki oyunlarına, çay kaşıklarının sesleri ve sohbetler karışırdı.. Yoldan, Gökçeada ve Çanakkaleye giden arabalar geçer. Bazıları, köyde duraklardı.

Layla Büfe ve Muhtarın oğlu

Kahvehanenin ilkokula dönen köşesindeki Layla Büfe, muhtarın oğlunundu. Genç delikanlı, babasından aldığı güç ile köyde caka satardı. Alt tarafı İki kez günübirlik gittiği İstanbulu anlata anlata bitiremez- orada gittiği mekanlar ve gördüğü yerler hakkında yalanlar söyler, abartır, köyde kimseyi beğenmez, aşağılardı.. Akşam olunca, büfede iki tek atar- arabasını tozutarak evinin yolunu tutardı. Tek hayali, babasının onunla gurur duyup, etrafa gösteriş yapabileceği Seda Sayan’a benzer bir hatunla evlenmekti. Onu, magazin programlarından görüp, derin “ ahhhlar” çekerdi.. Ama bu hayaline rağmen, köy de çapkınlıktan da geri kalmazdı.

Feride ve babası Havlucu Mehmet bey

Feride, Koruköy'ün en güzel kızıydı.. Babası, yolun karşı kaldırımındaki havlucu Mehmet beydi.. Feride sabahları evde annesine yardım eder, öğlen olduğunda kardeşini okula bırakır, sonra babasının sıcak öğle yemeğini sefertasıyla dükkana bırakıp, evine dönerdi.. Hergün, kardeşini bıraktıktan sonra büfenin yanından geçer, muhtarın çapkın oğluyla kesişir, kıkırdayarak yürümeye devam ederdi. Bir yandan da, babası olur da o sırada dükkandan başını sarkıtır, bu hali görür diye de ödü patlardı..

Duvar

Günlerden Cumartesiydi.. Köyün yolu, İstanbuldan- Çanakkale’ye giden tatilciler yüzünden yine kalabalıklaşmıştı.
1

Hasan usta her sabah olduğu gibi, evinden çıkmış, yanık sesiyle İbrahim Tatlıses'ten bir türkü mırıldanarak kahvehanenin yolunu tutmuştu. İnşallah Çocuklar yine çayın demini bol katmamışlardır diye düşünürken, duvarın önünden geçti, bir an iç geçirerek, duraksadı... Derin düşüncelerle yürümeye devam etti.. ”Yaa Ahh ah !! Nereden Nereye Hasan !! sen harcanacak adammıydın bee... evden –işe , işten evee.... nereyee olcak ” diye söylendi..

...

Celayir bey, İstanbulda anlaşmalı oldukları dükkana yollamak üzere zeytin kavanozlarını, zeytinyağı şişelerini bir koliye koymuş, otogara doğru gitmek için kapıdan çıkmak üzereydi. Dükkanın kapısında durarak, Hayrettin’i uyardı “15 dakikaya geleceğim, bir yerlere ayrılma.. Bak gelen olur, dükkanda ol.. Haftasonu, yol cıvır cıvır”... Hayrettin cevap verdi “ Olur mu, Ayıp ettin abim, buradayım, kıpırdamam sen emret yeter ki” derken, bir yandan da kahvehaneyi ve pişpirik oyuncularını yan gözle süzdü....

2

Feride; evden yanaklarını allayarak çıkmış, bir yandan kardeşinin önlüğünü -yakasını düzeltirken, bir yandan da diğer elinde babasının öğle yemeğini taşıyordu. Bir an önce büfenin önünden geçip, Muhtarın oğlunu görmek istiyor, içi içine sığmıyordu.. Kardeşi “ Abla ne çekiştirip duruyorsun, ya ben yaparım ” dediğinde, duvarın önünden geçiyorlardı. Feride duraksadı. . Bir an babası aklına geldi, “Nereye böyle kızz, kırmızı al al yanaklaa “ diyordu sanki babası... İçi suçlulukla doldu.. Yanaklarını bir hışımla yemenine sildi, başını önüne eğip, kardeşini çekiştirerek, yürümeye devam etti..

3

İstanbuldan -Gökçeada’ya haftasonu tatiline giden Hakan ve Özlem, kızlarının havlusunu bavula koymayı unuttuklarını hatırlayıp, yol üzerindeki Mehmet beyin havlucu dükkanının önünde durdular. Mehmet bey, günün ilk siftahını yapacağı için heyecanla dükkanın önünde müşterisini buyur etmeye koyulmuştu ki “....Oooo efendim !!” dediği gibi , birbirlerini çekiştirerek, karşı duvarın önünden geçen çocuklarını gördü. Duraksadı.. Müşterisini unutup, ”Nereyeeee ?” demiş oldu, elini karşı kaldırımda kardeşiyle yürüyen kızı Feride'ye doğru sallayarak.. Hakan cevap verdi “Gökçeadaya gidiyorduk Dayı.. Var mı güzel havluların...”
..
Çırak Hayrettin, Celayir beyin otogara gitmesinden faydalanıp, bir yandan kırmızı Marlborosunu gömleğinin cebine sokup, ayakkabılarının arkasına basa basa dükkandan çıktı, duvarın önünden geçti.. Bu sırada tedirgin bir şekilde, arkasına bakarak Celayir beyi kollamayı da ihmal etmedi...

4

Feride, iç huzursuzluğuyla kardeşini okula bırakıp, büfenin önünden hızla geçti.. Bu duruma şaşıran Muhtarın oğlu, büfenin kapısından kafasını uzatıp “ Kız Feridee hooop, Nereyee”... diye arkasından bağırdı... Feride oralı olmadan, adımlarını sıklaştırdı..

5

Özlem ve Kızı, arabanın arka koltuğuna oturmuş, babaları Hakan’ın havluyu almasını bekliyordu. Minik kız, renkli gazlı kalemleriyle annesine arabada yaptığı resimleri gösterirken, Özlem aradan bir kalem aldı. Beraberce hem hecelediler, hem de yazarak seslendirdirler.. Ne-re-ye?... Özlem kızına bakıp “Nereye gidiyoruz Annecim biz ... Gök-çe/a-da-yaaa” dedi gülümseyerek.. Kızı parmağını cama koyup, annesinin ardından tekrarladı “Ne-ye-re /Çöç.çe.a.da.. ğaaaa “...

-

Bu sırada Celayir bey otobüse teslimatını vermiş, ellerini boşaltmıştı. İç cebinden çıkardığı mendiliyle, alnındaki teri sildi. Kafasında derin düşünceler eşliğinde otogardan dükkana doğru geri gelmekteydi...

Arabaya binmeye hazırlanan Hakan, Havlucu Mehmet bey ile helalleşirken, Feride babasıyla dükkanın önünde karşılaştı..

Çırak Hayrettin, bir çay içebileceği zamanı olup olmadığını hesaplayarak, ıslak elleriyle fermuarını çekiştirerek, kahvehanenin tuvaletinde çıktı. “Hasan ustam acilinden bir çay gönderiver” dedi.. Tam masaya doğru ilerliyordu ki, omzunda o kocaman eli hissetti.. Arkasında duran, Celayir beydi..

Ulan, tuvalete mi gittin yine.... Bu sefer ki yalanın ne ? Ben çıkıyorum, sende çıkıyorsun ”...
Celayir bey, Hayrettinin kulağından tuttuğu gibi dükkana doğru kahvehaneden çıktılar.... Bir yandan Hayrettin’in kulağına asılırken, bir yandan da söylenmeye devam ediyordu.....

” Ben çıkıyorum, sende çıkıyorsun, yalancı deyyus seni !!Ne yapacağım ben seninle ha?”... Eliyle duvarı göstererek " bu duvara yazı mı yazayım sana.. Çıkma / Dükkana Dön / Nereye diye haa !! "..

Özlem, arabanın camında duran ve zeytin dükkanının sıvaları dökülmüş duvarına yansıyan “Nereye” yazısını eliyle sildi. Sonra arabaya binip, arka koltuğa doğru dönen kocası Hakan ile göz göze geldi..
“ Ee babacım, havlunu da aldık.. Artık gidelim, değil mi Gökçeada'ya?” ...


SON


08 Ekim 2008

Düşündüren Yazılar / Amasra

Slogan çocuğuyum ben.. Nerde bir yazı görsem okurum.. Tabela okurum, menü okurum, t-shirt üstü okurum.. Bunlarda Amasra'nın düşündüren yazılarından... Görsel değerlerini bir kenara bırakarak, paylaşmak istedim sizinle...
CAFE
Amasra /Ekim 2008
*

SormaGir cafe beni düşündürenler arasındaydı.. Neyi sorabilirdi bir insan bir cafeye girmeden.. Gider oturur, servis beklerdi benim bildiğim...

İsmin aklımızda kalıcığı cafe sahiplerinin işine yaradı. Sormadık, girdik bizde.. Tebrik ediyorum bu çarpıcı ismi bulanları... Manzaranın eşliğinde, gözlemeleri yerken, SormadanGir cafe sayesinde türetilen yeni oyunumuz için de teşekkürler.. KoptaGel disko, TutmadıBiDaha loto bayii, GeldiğinGibiGit büfe...
*

ŞEMSİYE
Amasra /Ekim 2008

*

Gölgem ile beraber nasıl dönebileceğimi düşündüm.. Dönemezdim, yürürdüm ancak.. Onunla beraber dönmem için, güneşe söz geçirmem ve onunda biz dönerken, bizim etrafımızda dönmesi gerekti... Sonra, bunu niye kendi üstüme alınıp, bu kadar düşündüm dedim. İdrakım zor oldu ama sonunda anladım. Ben şemsiye değildim :)

*

06 Ekim 2008

AMASRA / 4 fotograf

.
Gittiğim yerde, gördüklerimin peşine takılıp, içimde hissettiğim şeylerin yolculuğuna çıkıyorum.. Gökyüzüne dalıyorum, denize, manzaraya, insanlara, koşturmacaya, yaşama .. Eski bir ev görüyorum penceresinde fesleğen beslenen, ürkek bir kız pencereden bakıyor, elinde çay bardağı, onunla saklanıyorum, pencerenin diğer tarafına.... Bir kedi poz veriyor gözlerimin içine bakarak, 'o bende ne gördü ki 'diyorum.. Nalbant amcayla sohbet ediyorum kendimden bilip, gülümsüyorum.. Güneş batıyor, köprüler geçiyorum. Pencereler hep içime açılıyor.. Adımlar hep bana doğru atılıyor.. Yolcu olmayı seviyorum..
*
PENCERE
Amasra/ Ekim 2008 /Photo by Brajeshwari
*
hep pencerelerin diğer tarafını merak ederim..
O dışarıya doğru bakarken, ben içime açılanlardan bakarım ona...
Bakıp, şaşırdığın manzarada ben varım,
saklanma..
*

ESTETİK
Amasra/ Ekim 2008 /Photo by Brajeshwari
*
Kedilere saygı duymak
estetiğin başlangıcıdır.
Erasmus Darwin
.
Uzun süre poz verdi bana...
Gözlerimin içine içine baktı..
Güzel olduğunu bilerek, nazlanmadan,
olduğu gibi tüm asaletiyle...
*


KÖPRÜ
Amasra/Ekim 2008 / Photo by Brajeshwari

*
Köprü
iki ucu birleştirir birbirine..
ve izin verir alttan geçene...
* *
*


KEDİ VE ADAM

Amasra/ 2008 Ekim /Photo by Brajeshwari *
"Bunlar böyle kafamın üstünde dolaşarak,
öperler beni kulaklarımdan
" dedi ..
Kıskandım..

..
Bir adam kedileri çok sevebilir..
Ama bir kedi-bir adamı böyle severse
ona ne denir?
*

02 Ekim 2008

HuLaHoP

.
Büyümemiş bir çift olarak, bugün Güçlü ile oyuncakçıya girdik.. İkimizde kendi yönlerimize doğru ayrıldık..Ben çocuklar için yaratıcı kutulara göz gezdirmeye gittiğimde, Güçlü maket reyonunda turluyordu. Benim sevdiğim kutularda, bazen incik boncuklar oluyor, bazen şeffaf küreler boyuyorsun, bir kez mini saksılar vardı bir kutuda, boyası da içindeydi. Bir güzel alıp, boyamıştım onları.. Annem kaktüs ekmişti içlerine..

Yine aynı oyuncakçıdaydık..Oyuncakçılar büyükler içindir aynı zamanda, bilirsiniz.. Çocuk sahibi olsanızda -olmasanızda, sizinde gözünüz kayar şöyle oyuncaklara... Benim zamanında Barbie bebek yoktu dediğim çok olmuştur dolaşırken.. (Bunların Makyaj malzemeleri bile var ohaa...) Çim adam mı, hiç görmemiştim küçükken böyle birşey.. Bu yumurtayı sulayınca, yumurta kırılıp, bir yaprak büyümeye başlıyormuş içinden, üstünde de “i love u” yazıyormuş yaprağın ( pamuktan fasulye yetiştirmeyi hayli ilerletmişler...) Prenses kostumu mü? ( içine giremem ki şimdi bunun, hmm belki sadece tacı olabilir koca kafama..) Bir oyuncak ayıyla çocukluk geçirdim ben be, bu ne Nemo’ mu?... Hah hulahop, bunu biliyorum ! ( annem almıştı pazardan, 19 Mayıs gösterisi için ablama...)

İşte yine o günlerden biriydi.. Oyuncak reyonları arasında, çocukluğumun oyuncaklarıyla gördüklerim arasında istatistiki -duygusal bir kıstaslama yaparak ilerlerken, bir yandan da içimden içimden konuşuyordum.. Ne aradığımı bile unutarak, bir rafın önünde hayallere daldığımı farkettim..


Mutlu çocuk çift mutfaktadır. Uzakdoğulu hanım çocuğumuz yumurtaları karıştırırken, Sportif beyi de, brokoli (?) kızartmaktaydı pür neş-e . O an’ın tarifi yoktu. Bey çocuğun, Uzakdoğulu hanım çocuğuna bir bakışı, bir gülüşü vardı ki... Birazdan, plastik masalarında oturacaklar, renkli plastik tabaklarının içinde brokolili yumurtayı yer gibi yapacaklar ve çok mutlu olacaklardı belli ki.. Sonra Bey çocuk, arkadaşlarıyla dışarda futbol oynamaya çıkmadan önce, mutfaktan içi dolmuş çöp torbasını dışarıya atmak üzere alacak, Hanım çocuğumuzda, beyinin gitmesiyle ev işlerine girişecekti. Bulaşık makinesine tabakları dolduracak, makineye sığmayanları şöyle bir elde durulayacaktı mutlu mesut.....
.


Sonra, Temizlik seti vardı o rafta.. Benim real hayatta böyle bir setim yok sanırım. Kız çocuğu, temizlik heyecanını bastıramamış olmalı ki, kahkahayla poz vermiş.. Ben ne güzel viledalarım şuraları dercesine..Ya şu elektrik süpürgesi, beni benden aldı. Ne temiz kadınım, yarabbi şükür !!



Temizlik bitince, bebeklerle ilgilenme zamanı şimdi.... Biri uyurken diğerinin altı bağlanmalı.. Çok uslular, ağlamazlar.. Yatarlar öyle...Yata yata büyürler.. Sırayla uyuyor birde...Biri zenci, babası başka ama annesi benim... En sevdiğim şey, birini uyut, diğerini altını temizle pış pışla... Gecede hiç uyanmaz bu yavrular... Annelik böyle birşey işte, bazen zor ama değişilmez bir duygu... Anneyim ben !!



Hazır bebekler yatarak kendi başlarına idare ederken, alışverişe gitmek lazım...Taze meyveler almalı plastikten..Yazar kasanın önünde sıra da olmuyor, verdim mi kredi kartını 5 dakikaya evdeyim.. Komşu kadınları uğrayacaktı öğlen... Onlara çay demler, kısır yaparım. Çaylarımızı yudumlar gibi yaparken, çoluk çocuktan bahseder, eşleri çekiştiririz hem.. Çadırdan da olsa evimiz, diz üstünde de servis yaparım... Kendime laf getirtmem, ne kötü ağırladı diye !!


Akşam Çocuk beyim futboldan ve atçılık oynamaktan yorgun gelmeden, çamaşırları makineye atmalı önce.. Sonra birkaç sökük çorabı, dikiş makinesiyle dikmeli... Evim evim güzel evim...

Böyle sürdü raftaki oyuncak setlerine bakarken, kendimle konuşmalarım, konuşturmalarım.... Hanım kadınlar, Çocuk beyler, daha minnacıkken üzerimize sinen kimlikler, taklit ettiğimiz görevler, hayatın gerçeklerinin kurgudaki oyun halleri, çocuk olmanın unutulduğu- güya çocukları büyümeye hazırlayan oyuncakların arasındaydım. Hızlaa uzaklaştım..

Terzilerin çocukken dikiş makinesi var mıydı? ya Aşçıların plastikten sebzeleri ?

Kumla oynayıp, toprağın tadına bakarak, solucan sevip, sokak kedilerini ayağımda sallarayarak, yokuştan aşağıya patenle kayarak, duvarlara tırmanarak yaşadığım çocukluğumu seviyorum. Reyonlar arasında dolaşırken, anaokulunda gördüğüm, bu gördüklerime benzer kurguda- muşambadan yapılmış Kızıldereli çadırı geldi aklıma sonra... Ne inanılmaz bir çadırdı o benim için anlatamam.. Bize aitti, sadece bizim oynamamız içindi.. İçine girer, dışardan dolanır, delirerek eğlenebilirdik... Ben ise çadırın içine oynacakmış gibi girip, atlayıp-zıplayanları, öğretmenimizi, dışarıda evcilik oynayanları takmadan, tam bir Kızıldereli edasıyla bir köşesine kıvrılıp uyurdum öylece... Çadırın tadını tam çıkardığımı düşündüm bu anıyı hatırlayınca..

Belki de ben, küçükken bir oyuncak mutfağım olmadı diye, yemek yapmayı sevmiyorum.. Annemi arayıp, elektrik süpürgesinin neden horhorladığını soruyorum ki, düzenli çöp torbasını değiştirmem gerekiyor, öğreniyorum.. Diz üstünde divane olarak servis yapamıyorum, genelde bize misafir gelenlere “istediğinizi yiyin –için, kendi eviniz gibi davranın” diyerek, bu işten de sıyrılıyorum.. Neyse ki çamaşırları makineye atabiliyorum... Yarabbi Şükür !!

Annem hep resim çizdirdi bana küçükken, hayalimdeki evleri hep oraya çizdim. Meyveler neye benziyordu, şekillerini, kokularını, tatlarını düşündüm çizerken.. Çorabımda delikti..
*
*